Gönderen Konu: Hesap Günü  (Okunma sayısı 1053 defa)

Çevrimdışı dost_37

  • Okuyucu
  • *
  • İleti: 6
  • Teşekkür: 3
Hesap Günü
« : Eylül 07, 2007, 08:45:47 »
Yeryüzü adeta bir renk cümbüşüydü. Ağaçlar bütün yeşilliğiyle arz-ı endam edip kendilerine bahşedilen güzelliği göstermek istercesine tebessüm ediyorlardı. Kuşlar bir bahar türküsü tutturmuş, bütün börtü böcek raksediyordu.
Sema sevgilisine kavuşacağı anı heyecanla bekliyor, üzerindeki siyah urbayı çıkarıp atmaya hazırlanıyordu. Bütün yaratıkların hasretle yolunu bekledikleri sevgili ise utangaç bakışlarla göz kırpıyor ve yavaş yavaş yükseliyordu.
İki arkadaş elli gündür hiç bırakmadıkları sabah namazından çıkmış caminin avlusunda ne yapacaklarını düşünüyorlardı. “Bu gün cumartesi değil mi?” diye sordu Sadık Efendi en samimi dostuna. Yücel Bey: “Evet” dercesine kafa salladı. Konuşmak istemediği her halinden belliydi. Namaz sonrası imamın okuduğu Kur’an-ı Kerim’den çok duygulanmış, seher vaktinin sessizliği ise bu duygunun üzerine tatlı bir maneviyat serpiştirmişti. Çok duyguluydu, dokunsan ağlayacaktı.
Yılların ayıramadığı iki vefalı dost hiç konuşmadan şehir parkına doğru yürümeye başladılar. Oysa Boro’nun Simit Sarayı’na gidip güzel bir kahvaltı yapacaklardı. Kim onları bu saatte şehir parkına sevketmişti ikisi de anlayamadı. Sabahın altısında ne işleri vardı bu parkta. Havalarda henüz yeni ısınmaya başlamıştı daha. Serin bir rüzgar esiyordu Murat Dağı’ndan Gediz’e doğru.
“Bu gün cumartesi ha” dedi Sadık Efendi. Ne vardıysa cumarteside, takmıştı bir defa kafayı cumartesiye. “He, he” diye yine başını salladı Yücel Bey. Camiden çıkalı on beş dakika olmasına rağmen hala parkta dolaşıyorlardı. Yücel Bey bir bankı göstererek arkadaşına: “Gel azıcık oturalım şurada” dedi. Sessizce banka oturdular fakat hala ikisi de konuşmuyordu. Nisan ayıyla beraber canlanan ağaçları, uyku sersemine parkta dolaşan kedileri seyredip, sabah sabah konser düzenleyen kuşları dinlediler bir müddet.
Sessizliği yine Sadık Efendi bozdu. “Bu soğukta niye geldik biz buraya?” dedi. “Bilmiyom” diyerek yine kısa bir cevapla sessizliğe büründü Yücel Bey. “Kalk Boro Simit Sarayı’na gidelim, sıcak bir çay içelim” dediyse de Sadık Efendi, Yücel Bey hiç kalkacağa benzemiyordu.
Arkadaşının sıkıldığını anladı ve sessizliğini bozarak: “Eeee Sadık Efendi, ne olcek gali bizim halimiz?” diye konuşmaya başladı. Sesi titriyordu. Ağlamaklı bir sesle: “Yaş otuz yedi, babam kırk beş yaşında kalp krizi geçirdi ve öldü, o yaşa kadar yaşayacağımızı düşünsek kaldı sekiz sene” dedi ve yanaklarından aşağıya doğru iki damla yaş süzüldü. Sadık Efendi anlamıştı arkadaşının ne demek istediğini. Babası gibi o da çok sigara içiyordu ve her an kalbi tekleyebilirdi. Anlamamış gibi yaparak: “Yücel ne oldu sana, başına saksı mı düştü dostum” dedi ve ekledi. “Ölümden mi gorkuyon len, sen yoksa?” dedi. Yücel bey: “Yoo, valla ölümden gorkmuyon, yaptıklarımızın hesabını vermekten gorkuyon” dedi ve ağlamaya başladı. Sadık Efendi: “Ağlama oğlum, ne ağlıyon, erkek adam ağlar mı heç?” dediyse de, Yücel Bey hem için için ağlıyor, hem de kendi kendine mırıldanıyordu. “Düşünsene Sadık, otuz yedi sene geçti, ne yaptık ha? Yarın bür gün öleceğiz, kabre konulacağız, kabir nasıl bir şey?, mahşerde toplanacağız, orası nasıl bir toplantı yeri?, yaptıklarımızın bir bir hesabını vercez, bu nasıl olacak?, sırat gıldan ince kılıçtan keskin diyola, oradan nasıl geşcez? diyordu. “Gerçekten” dedi Sadık Efendi. O da duygulanmıştı ve o da arkadaşına hak vermeye başlamıştı.
İki arkadaş otuz yedi senenin hesabıyla uğraşırken karşılarında onları izleyen Mustafa Bey’in farkına bile varmamışlardı. İkisini de çok iyi tanıyan Mustafa Bey bir öğretmendi. Ara sıra onlarla oturup kalkar, çay sohbetleri yapardı. Kendi kendine: “Acaba bunlar bu saatte burada ne yapıyorlar” diye yanlarına yaklaşmış, fark etmediklerini anlayınca da hiç sesini çıkarmadan onları süzmeye başlamıştı. Üzgün olduklarını görünce: “Hayırdır inşallah” diyerek selam verip karşılarına oturdu. İkisi de çok şaşırmıştı. Mustafa Bey’i çok sevmelerine rağmen: “Bu da nereden çıktı?” dercesine göz göze geldiler. Mustafa Bey durumu anlamıştı ve ayrılmaya hiçte niyeti yoktu. İkisine de manalı manalı baktı ve: “Söyleyin bakalım, siz bu saatte burada ne yapıyorsunuz? diye sordu. İkisinde de konuşacak hal yoktu. Sadık Efendi: “Yok bir şey hocam” dese de Mustafa Bey: “Sizin bir derdiniz var, anlatın derdinizi de ortak olalım, hem dertler paylaşıldıkça azalır der atalarımız” dedi. Yücel Bey sabah namazından sonra biraz dolaştıklarını, ortalığı sessiz görünce de kuş seslerini dinlemek için oturduklarını söyledi. Sadık Efendi Mustafa Bey’in çekip gitmeye niyeti olmadığını anlayınca: “Madem gitmecen söyle bakem hocam ne olcek bizim halimiz? dedi. Mustafa Bey onların ne demek istediğini, neler düşündüklerini anlamıştı. Onların konuşmasını taklit edercesine: “Ayıb ettiniz şimdi, ne va bunda düşüncek, Allah Kur’an-ı Kerim’de: “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir” buyuruyor” dedi.
O anda iki arkadaş bir birlerinin yüzüne baktılar. İkisinin de içinde bir ışık yanmıştı ve ikisi de Mustafa Bey’e bakarak tebessüm etmeye başladılar. Mustafa Bey: “Hadi bakalım Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, bu gün çaylar ve kahvaltı benden” dedi. Üç arkadaş kahvaltı yapmak üzere Boro Simit Sarayı’na doğru yürümeye başladılar ve gözden kayboldular…
2008 mezunu